%5 - HES'ler ve su hakları üzerine Murat Germen sergisi/25.03-25.04.2015
%5
Murat Germen
Ülkemizde ekonomiyi canlı tutmak için canhıraş bir inşaat etkinliği başlatıldı ve sürdürülüyor. Bir cihette kentsel dönüşüm furyası üzerinden yürütülen bu inşaî eylem, ortaya çıkan fiyatlara ve mutenalaştırılan semtlere bakılırsa, depreme dayanıklılıktan çok ranta odaklanıyor. Diğer cihette ise, tüm ülke sathında şimdiye kadar görülmemiş bir yoğunlukta, HES (hidroelektrik santrali) inşaatları bitmiş ya da başlatılmış durumda. Ülkenin enerji ihtiyacına cevap vermesi mazeretiyle, el değmemiş doğanın ortasına kondurulan bu büyük insan yapısı oluşumların getirileri ne yazık ki götürülerinden fazla değil. Dünyanın önde gelen ekonomilerine sahip olan, şimdilerde rüzgar ve güneş enerjisine geçiş yapan gelişmiş ülkelerde, görece çağ dışı teknoloji olarak görülen hidroelektrik üretimin toplam enerji üretimi içinde çok küçük bir yüzde kapladığını görüyoruz: Japonya’da %4, Almanya’da %3.5, A.B.D.’de ise %6.4. Yapılan bilimsel çalışmalar, küresel ölçekte, bu yüzdenin ortalama %5 civarında seyrettiğini, istisnaî durumlarda %10’a kadar yükselebildiğini gösteriyor.
Kazanç bu kadar düşük iken, kayıp ise hayli yüksek: Yerel ekosistemin çöküşü, verimli arazi kaybı, su akış debisinin azalmasından kaynaklanan sıcaklık ve nem artışı, bir sera gazı olan metan salınımının artması, afet vakalarında katastrofik sonuçlar, mecburi nüfus tehciri yüzünden anıların, belleğin, aile ocağının yitimi...
Suyun gerçek sahipleri, HES’lerin aslen enerji için inşa edilmediğini, gelecekte kamusal su haklarının özelleşmesine zemin sağlayacakları uyarısını yapıyorlar. İleriki yıllarda savaşlar petrol değil suya erişim için yapılacak!
Nehirler kâr için değil, yaşam için akacak!
Akgün İlhan
Dağların doruklarından doğar nehirler; denizlere doğru aktıkça geçtiği her yerden ve dokunduğu her varlıktan bir parçayı kendine katar. Sadece nesneleri değil, yanından aktığı kültürleri, içinden geçtiği zamanları da taşır nehirler. Ne Dicle’nin suyuyla Ergene’ninki birdir, ne de Herakleitos’un dediği gibi aynı nehirde iki kez yıkanılır. Denizlere ulaştığında artık sadece su değil, yaşamın her varlığıyla bütünleşmiş, hayatın kendisi olmuştur nehirler. Aktıkça zenginleşir ve olgunlaşır nehirler; ne kadar özgür akarsa, o kadar hayat verir.
Ancak köylerimizi ve kentlerimizi yanına kurduğumuz akarsular artık ne özgür, ne de temiz akıyor. Şiddetlenen kuraklık nehirlerimizi susuz bırakıyor. Barajlar ve Hidroelektrik Santraller (HES) akarsularımızı rezervuarlara, borulara ve kanallara hapsedip akmasını engelliyor. Su toprağa dokunamadan plastik kanallardan akıyor. Dereler nehirlerine, nehirler denizlere kavuşamıyor. Kömürlü termik santraller; maden ve taş ocakları; ambalajlı su fabrikaları; kentsel projeler ve büyüyen şehirler akarsuları ve diğer su varlıklarını kirletip tüketiyor. Sanayinin, endüstriyel tarımın ve çarpık kentleşmenin artan kirlilik yükünü çeken Ergene, Sakarya, Kızılırmak ve daha onlarca nehirden su değil, zehir akıyor. Açık atıksu kanallarına dönüştürülen nehirler geçtikleri yerlere hastalık ve ölüm taşıyor.
Sularımıza neler oluyor?
Peki, Türkiye’nin su varlıkları nasıl bu hale geldi? Birincisi iklim değişikliğinin tezahürü olan aşırı kurak dönemler gittikçe sıklaşıyor. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında 25 ya da 30 senede bir görülen aşırı kurak dönemler, artık 4 veya 5 yılda bir yaşanmaya başladı. Üstelik kuraklığın şiddeti de artıyor. Yılın büyük bölümünü bir damla suya hasret geçiren akarsu yatakları sayısız canlıya mezar olurken, kırsal kesim için geçimlik tarım bile imkânsızlaşıyor. Kentlerde ise barajlarda su seviyesinin düşmesine bağlı kesintiler ve çeşitli halk sağlığı sorunları ortaya çıkıyor. Sadece Türkiye’yi değil, tüm dünyayı etkisi altına alan iklim değişikliği, gezegenimizin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike. Kuraklık, fırtına ve sel gibi felaketlerin yanı sıra deniz seviyesi de yükseliyor. Ancak iklim değişikliği endüstrileşmeyle ortaya çıkan bir olgu olmasına rağmen dünya devletleri hala karbon emisyonu azaltımı için kararlı bir adım atamadı. Bunun yerine karbon ticareti gibi iklim değişikliğini aslında daha da şiddetlendirecek yeni kriz pazarları kurmaktan medet umuyorlar. Türkiye’nin ise herhangi bir karbon azaltım hedefi bile yok. Türkiye iklim değişikliğini ve kuraklığı yaratan etmenleri ortadan kaldırmak yerine, onların sonucu olan seller ve kuraklıkla bile baş edemeyen palyatif çözümlerle vakit kaybediyor. Bu yetmez gibi iklim değişikliğini şiddetlendirecek ulaşım, enerji ve kentleşme politikalarıyla yangına körükle gidiyor.
İkincisi, Türkiye’deki endüstriyel tarım sektörü su varlıklarını kurutuyor. Yerel ihtiyaçlardan çok, küresel gıda pazarının taleplerine yönelik üretim yapan bu sektör, şeker pancarı, pamuk ve mısır gibi yoğun sulama isteyen ve yüksek kâr getirisi olan türlerin üretimine öncelik veriyor. Bu sektör geleneksel tarıma göre çok daha fazla su, enerji, tarımsal ilaç ve gübre tüketiyor. Öyle ki Türkiye’deki toplam su tüketimin dörtte üçünden fazlası tarımsal faaliyetlerden kaynaklanıyor. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ve Konya Ovaları Projesi (KOP) gibi mega projeler toprakta tuzlanma, yer altı su seviyelerinde düşme, gübre ve tarım ilaçlarının yoğun kullanımına bağlı toprak ve su kirliliği, erozyon ve daha pek çok fiziksel sorunlara neden oluyor, orta ve uzun vadede ekolojik ve sosyal yıkımlar yaratıyor. Endüstriyel tarımın yapıldığı pek çok yerde küçük ölçekli tarımla uğraşan çiftçi, büyük şirketlerle rekabet edemeyip kente göç ediyor.
Üçüncüsü, çarpık kentleşme sulak alanları yok ediyor. İstanbul’da inşa edilmekte olan Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı ve planlama aşamasındaki Kanal İstanbul gibi göçü pompalayan büyük ölçekli projeler su varlıklarının en önemli düşmanı. Sadece suyu kirletmek ve tüketmekle kalmayan kentleşme, su varlıklarını besleyen ormanlık alanları da yok ediyor. Henüz yapımı devam eden Üçüncü Köprü için milyonlarca ağaç kesilerek, Kuzey Ormanları’nın bütünlüğü bozuldu. Üçüncü Havalimanı için ise 70 civarında göl kurutuldu. Türkiye’nin pek çok büyük kentinde benzer projeler su varlıklarının ve onları besleyen ormanların zarar görmesine neden oluyor. İnşaatlar ve ulaşım için açılan taş ve maden ocakları, insan faaliyetleri sonucu ortaya çıkan siyah su, gri su ve katı atıklar su varlıklarımızı kirletiyor. Aşırı betonlaşma ve yeşil alan kaybı sonucu kentsel ısı adaları gelişiyor ve şehirlerin iklimi değişiyor. Yağışlarla kentlere inen suyun neredeyse tamamı toprağa ulaşamayıp, bir kısmı yüzeyden buharlaşıyorken önemli bir kısmı da kanalizasyona karışıyor. Oysa yağmur suyu arıtılmaya tabi tutulmadan kullanılabilecek kadar temiz bir yaşam kaynağı. Duş, banyo ve lavabo kullanımı sonucu ortaya çıkan gri su, evsel kullanımın neredeyse yarısını oluşturmasının yanı sıra basit bir arıtmayla tekrar kullanılabilecek hale getirilebilir. Kentlerdeki bir başka önemli problem ise suyun iletimi sırasında yaşanan kayıplar. Bu oran Türkiye genelinde %43 civarında. Yani Türkiye’de suyun neredeyse yarısı binalara ulaşmadan kayboluyor. Yağmur suyunun ve gri suyun yeniden kullanımı, şebeke suyundaki kayıpların azaltılması gibi önlemlerle kentlerin sınırlı su varlıkları üzerindeki baskılar önemli ölçüde azaltılabilirken, alt yapı ve teşvik eksikliği nedeniyle bu başarılamıyor.
Dördüncüsü, Türkiye’de 1990’lı yıllarda kentsel su hizmetlerinde yaşanan krizlere yanıt olarak ortaya çıkan ve üç yüze yakın ruhsatlı işletmeyi içeren ambalajlı su sektörü suyu halktan alıp, fahiş fiyatlara ona geri satıyor. Türkiye’de pek çok kentte şebeke suyu sadece temizlik amaçlı kullanılırken, içmek için ambalajlı su tercih ediliyor. Evdeki musluklarımızdan içilebilecek su akmıyor. Eskiden insanları bir araya getiren, hayvanlara su sağlayan sokak çeşmeleri yıkılmış veya suyu akmayan sokak süslerine dönüşmüş durumda. İşin ilginç tarafı ambalajlı su ile evlerimizdeki musluklardan akan su çoğu zaman aynı kaynaktan geliyor ama ambalajlı su yüzlerce kez daha pahalı. Üstelik bu sektör plastik atıklarıyla doğada birikime neden oluyor. Sadece ABD’nin bir haftada tükettiği ambalajlı su şişeleri art arda eklendiğinde dünyanın etrafını beş kez dolaşmaya yetecek uzunluğa erişiyor. Bu atıkların çok önemli bir bölümü de iddia edilenin aksine geri dönüşüme tabi olup tekrar kullanılmak yerine, daha düşük kalitede başka alt ürünlere dönüştürülüyor. Hem de bu çoğu zaman gelişmiş ülkelerde değil, üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleşiyor. Her gün gemilerle deniz aşırı ülkelere yollanan plastik şişeler karbon salımına da neden oluyor.
Beşincisi, suyu gerek hammadde, gerekse soğutma ve temizlik gibi amaçlar için kullanan enerji sektörü enerjiyi yaşamın önüne koyuyor. Sayıları binleri bulan HES’ler yüzünden kaynağından denize ulaştığı yere kadar toprağa değmeden akan dereler, artık enerjinin hammaddesine indirgenmiş durumda. Ülkedeki akarsuların üçte biri HES’lerle kelepçeli. 2023 yılında bu sayının iki katına çıkması bekleniyor. Bu yapılar yüzünden köylü ekinini sulamaya, hayvanına vermeye ve hatta içmeye bile su bulamaz hale geldi. Toprağın suyla buluşamadan borulardan aktığı bu yerlerde canlı yaşamı da ortadan kalkıyor. Bu hidrolik yapılar, Zeugma ve Allianoi gibi insanlık tarihine ışık tutan ve geçmişimizle son bağlarımız olan yüzlerce antik yerleşimi geri dönüşü olmaz biçimde sulara gömdü. 12 bin yıllık kesintisiz tarihiyle Hasankeyf’i de aynı son bekliyor. Suyuna ve toprağına el konulan kırsal kesim, doğaya emeğini katıp üreten köylülerden, maden ocakları, fabrikalar ve inşaatlarda karın tokluğuna ve can pahasına çalışan işçilere dönüşüyor. Dicle, Çoruh, Senoz, Alakır, Munzur ve daha yüzlerce akarsuyun can verdiği eşsiz ekosistemler, binlerce HES inşaatıyla alt üst oluyor. Ancak bu yıkım HES’lerle de sınırlı değil. Türkiye’de 80 civarında kömürlü termik santral daha kurulması planlanıyor ki bu sayı tüm Avrupa kıtasında planlanandan daha fazla. Kömür, suyu en fazla kirleten enerji kaynaklarından biri. Bir ton kömürü kullanılır hale getirmek için 150 litreye yakın su kullanılabiliyor. Kömürden bir MWh elektrik üretimi içinse 25 litre suyun kullanılması gerekiyor. Tüm bu işlemler sonucu su, ağır metaller ve diğer kirleticilerle kullanılmaz hale geliyor.
2023 Hedefleri yaşam pahasına kârı kutsuyor
Bu hummalı ekonomik faaliyetlerin arkasında büyüyen ekonomi ve nüfusa sahip Türkiye’nin artan tarımsal, endüstriyel ve kentsel su taleplerini sorgusuz sualsiz karşılama üzerine kurulu su yönetimi anlayışı var. Büyüme saplantılı bu anlayış, su tasarrufunu ve suyun verimli kullanımını göz ardı edip, su arzını arttırıcı bir eksende ilerliyor. Türkiye’nin 2023 yılı hedeflerinden de bu anlaşılıyor. Ülkenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde yüzünü kullanmak; tüm linyit rezervlerini kullanıma açmak; dünyada tarımsal ürün ihracatında ilk beşe girmek gibi hedeflerin hepsinin kesişim noktasında artan su tüketimi var. Her sektörde büyüme hedeflendiği için su varlıkları üzerindeki baskılar daha da artırıyor. Özellikle enerji mecrasında yaşananlar nehirlerimiz başta olmak üzere su varlıklarımızı olumsuz etkiliyor. Enerjide verimlilik ve tasarruf gibi kavramlar da arka planda kalıyor. Hatta bir ülkenin gelişmişliğinin elektrik tüketimi ile doğru orantılı olduğu kabul ediliyor.
2023 hedeflerinin hayata geçirilmesi için Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu, Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) muafiyetleri, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’nde Değişiklik, Yenilenebilir Enerji Kanunu ve henüz yürürlüğe girmemiş olan Su Kanunu gibi suyumuzun geleceğini etkileyen pek çok yasa ve yönetmelik değişiklikleri işe koşuluyor. Bunlar su varlıklarının korunmasını değil kullanılmasını hızlandırıyor; toplum ve doğanın sürdürülebilirliği değil kârı hedefliyor ve su hakkını yok sayıyor.
Kâr değil, yaşam için su mücadelesi
Oysa su varlıkları her türlü ekonomik sektörün baskıları altında her zamankinden daha çok korunmalı. Bunun için de kâr odaklı şirketlerin değil, toplum ve doğayı merkeze alan aktörlerin suyun yönetimine katılması şart. Bu nedenle de her şeyden önce suyun yaşam hakkının ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmesi gerekiyor. Su hakkı Bolivya, Uruguay, İspanya, Hollanda ve daha pek çok ülkenin anayasalarında insan hakkı olarak yer almakta. Ayrıca su hakkı 2010 yılında Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilmiş durumda. Ancak Türkiye bu hakkın altına imza atmak konusunda çekimser oy kullanarak, imzalayan 124 ülke arasında yer almamayı tercih etti.
Ancak Hindistan, Bolivya, Arjantin, Güney Afrika Cumhuriyeti, İtalya, Yunanistan, ABD, İrlanda ve daha pek çok ülkede halklar su hakkını tekrar kazanmak için sokakta, sokak çeşmelerinin başında, kirletilen nehrinin kenarında suyunu gasp eden şirketlere ve onlara yolu açan hükümetlere karşı büyüyen bir mücadele içinde. Türkiye’de maden ve taş ocaklarıyla suları kirletilen, HES’lerle dereleri hapsedilen ve ambalajlı su şirketleriyle suları gasp edilen köylüler de direniyor. Dünyanın halkları farklı yerlerde yaşamı yok etme pahasına kâr odaklı hâkim paradigmaya karşı savaşıyor.
Su adaleti ve demokrasi için
Bir yanda emeğini suya ve toprağa katarak yaşayan, yılın her günü eli dereye değen, ayağı toprağa basan köylüler. Onlar hayatlarının ritmi nehrin şırıltısı, nefesleri suyun serinliği olan insanlar. Öbür yanda nehirleri tıpkı Londra’daki Tyburn, New York’taki Saw Mill, Bresica’daki Bova-Celato nehirleri gibi yüz yıldır yeraltı kanallarında gözlerden ve gün ışığından ırak akan kentliler. Onlar sokak çeşmeleri yıllar önce susmuş, musluklarından akan su içilmez olmuş şehirlerin insanları. Onlar bir akarsudan avuçla su içmeyi hayal bile edemeyenler çünkü nehirleri artık atık su kanalları.
Bir yanda merasına, ormanına ve deresine türlü projelerle el konulmuş ama toprağından ve suyundan kopmamak için direnen köylüler. Onlar bir nehri, kendi hayatını savunur gibi savunanlar. Onların damarlarında akan su, derelerinden akan kan. Onlar Fırtına Vadisi’ne, İkizdere’ye ve daha yüzlercesine HES yapılmasın diye bedenini jandarma silahına karşı siper eden, çalışma makinalarının üzerine yürüyenler. Onlar suyu küresel pazarın nesnesi haline getiren ambalajlı su sektörüne, ABD’den Hindistan’a, Sakarya’dan Manisa’ya kadar her yerde “hayır” diye haykıranlar. Öbür yanda içmek ve temizlik gibi insani kullanım amaçlı suya bile ancak parası varsa erişebilen, yoksa susuz kalan kentliler. Onlar su haklarını, çocuklarının geleceğini savunur gibi savunanlar. Onların mücadelesi su, sokağı nehir. Onlar Bolivya Cochabamba’da su hizmetlerinin özelleştirilmesi sonrası evde kalan son eşyalarıyla sokaklara barikat kuran ve “su hayattır, satılamaz” diye slogan atanlar. Onlar yüzyıllardır bedava olan şebeke suyunun paralı hale gelmesi için su sayacı takmaya gelen şirket görevlilerine karşı sokaklara dökülen Dublinliler.
Su adaleti arayışı ve demokrasi mücadelesi büyüyor. Bir yanda nehirlerini kaybetmek istemeyen köylüler ile kayıp nehirlerini arayan kentliler. Onlar %99, doğmamış olanların ve diğer canlıların sesi, yaşamın savunucusu ve gezegenin geleceği. Onlar “su yaşam için aksın” diyenler. Öte yanda bir kaç kilovat enerji, bir avuç para, üç beş yıllık çıkar için gezegeni ve geleceği yok etmekten kaçınmayanlar. Onlar %1. Onlar yaşamı boş sayıp “su boşa akmasın” diyenler.
Su boşa değil, %99 için akıyor. Suyla hayat bulan %99 haykırıyor. Tasarruf ve verimli kullanım yerine su ve enerji arzını arttırmayı pompalayan hedefler istemiyoruz! Toplumu ve gezegeni koruyan hedefler istiyoruz! Amazon, Nil, Tuna, Yangtze ve dünyanın diğer damarlarından akan su enerji, ambalajlı su, endüstriyel tarım ve yapı sektörlerinin sürekli büyüyen su talepleri için kelepçelenip boğulmasın. Havzalarımız kangren olmasın. Su %99’un, gelecek nesillerin ve diğer canlıların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için aksın. Nehirler kendileri için, yaşam için aksın. Yüz yıllardır yerin altında kanallar içinden akan nehirler tekrar gün ışığıyla buluşsun. Nehirler geçmişimizle ve doğayla bağımızı yeniden kursun.